Güzel ülkemizin yaşadığı korkunç günlerde, 9 Eylül’de Cumhuriyet Gazetesi, “Uzun Bıçaklar Gecesi” sürmanşetini atarken, Cengiz Çandar, 10 Eylül’de Radikal’de “Türkiye’nin ‘Kristallnacht’ı” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Çandar, bugünlerde “dünyanın en iyi üniversiteleri listesi”nin başını çeken Amerikan üniversitelerinde katıldığı konferanslardan bahsetmekle kalmıyor, yazısının devamında adeta bir “tarih dersi” veriyordu. Harvard’da, 6-8 Eylül 2015 tarihlerinde Türkiye’de yaşanan gelişmelerin “Türkiye’nin Kristallnacht’ı” olduğunu söyleyeceğini ifade eden Çandar, “iç savaş” ve “faşizmin yerleşmesi” konusunda da “tüm demokrasi yanlısı güçlere” “barış” ve “demokrasi” çağrısında bulunmayı ihmal etmiyordu.
Konu nazik, fakat şunu en baştan yazmak durumundayız: “Dünyanın en iyi üniversiteleri” ile ilgili enformasyonu bir kenara bırakırsak, majestelerinin liberali Çandar’ın yazısındaki tek doğru şey, sanırım, 9-10 Kasım 1938’de Almanya’da Hitlerci güçlerin Yahudilere uyguladığı büyük pogromun, tarihe “Kristal Gece” olarak geçtiği bilgisidir.
Bir de, “ansiklopedik bilgi” vermek gibi bir gayemiz yok tabii ki; ancak “Kristal Gece” meselesine geçmeden önce bir not: Cumhuriyet Gazetesi’nin, “Uzun Bıçaklar Gecesi” sürmanşetini kullanmakla kalmayıp, yıldız işareti (*) ekleyerek, “Hitler’e bağlı faşistlerin, 80 yıl önce muhalifleri tasfiye etmek için yaptıkları baskın ve cinayetlerin gecesi…” şeklinde bir not iliştirmesine ne demeli? Bildiğim kadarıyla, “Uzun Bıçaklar Gecesi”, Adolf Hitler’in 1933 yılında şansölye olmasıyla birlikte, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin, Weimar Cumhuriyeti’ni tarihe gömerek Üçüncü Reich’ı kurması yolunda büyük rolü olan dava arkadaşı Ernst Röhm ve Sturmabteilung (SA) güçlerinin, Hitler ve Heinrich Himmler’in emirleri doğrultusunda kanlı bir şekilde tasfiye edilmesidir.Tarihin cilvesi midir yoksa liberal aklın tezahürü müdür, tartışılır, ama Yeni Cumhuriyet, kullandığı bu başlıkla, “karşıdevrimler de çocuklarını yer” gibi bir şey demiş olmaktadır. Can Dündar “düzeltme” geçerken, Ahmet İnsel de açıklama getirme telaşına düştü. Neyse, fazla da “niyet okumaya” gerek yok sanırım; bu durum, nihayetinde onların sorunudur.
***
Yaşadığımız güncel olay ve olguları tarihsel bir arka plana yaslamak, tarihle yüzleştirmek ve bu doğrultuda saçma olmamak kaydıyla tarihsel analojiler kurmak, elbette faydalıdır ve görünenin göründüğü gibi olmadığını kavrama ve olay ve olguların özünü yakalama noktasında oldukça işlevseldir. Ancak, burada, büyük ve iddialı söz ve çağrı sahiplerinin, herhangi bir anda ortaya çıkarak, kendi eylem ve pratik geçmişlerindeki etik duruş sorunu bir kenara, tarihselliği sebep-sonuç ilişkisinden kopararak resmetme çaba ve girişimleri, başlı başına bir sorun teşkil ediyor. Oysa söz, yazı ve çağrı, sahibinin tarihsel eylem ve pratiğinden bağımsız değildir ve bu anlamda teste tabi tutulmadığında kafa karışıklığı yaratacaktır. Yazının devamında detaylandırmak üzere, liberal/postmodernist zihniyetin tarihsel olayları bile tarihsizleştirmesi, tarihsel içeriğinden yoksun bırakması ve yeniden üretirken dahi kulaklara ve vicdanlara hoş gelecek şekilde başkalaştırması faaliyeti buraya otururken; bir virüs gibi, kitlelerin bilincini deforme etme işlevini layıkıyla yerine getiriyor.
Somutlaştırırsak; yıllardır söyledikleri, yazdıkları ve yaptıklarıyla bugünkü korkunç tablonun ortaya çıkmasına neden olanların en başında gelenlerden biri değilmiş gibi, Cengiz Çandar, şimdilerde “iç savaş” ve “faşizm”den dem vurabiliyor ve insanları tarihe bakmaya, tarihteki örnekleri iyi incelemeye ve geleceğin tarihçilerini de daha şimdiden tarihi yazmaya davet ediyor. Çandar’ın böylesine çarpıcı tarihsel örnekleri sunma konusunda etik açıdan hak sahibi olup olmadığı bir kenara, madem öyle, tarihsel olarak tartışmaya başlayalım.
Negatif ya da pozitif anlamda, tarihte bireyin rolünü kim yadsıyabilir? Fakat bir noktadan sonra figürlerin tarihsel maddi koşulların dışında bir yerde konumlandırılması, insanlığın başına gelmiş tüm felaketlerin bir veya birkaç delinin işi olduğu iddialarını doğuruyor ve iş başka yerlere gidiyor. Bizim örneğimizdeyse, en azından bizim cevaplarını çok iyi bildiğimiz sorularla ilerleyebiliriz. Çandar ve türevleri, Alman tarihinin o en korkunç gecelerinden birinden, “Kristal Gece”den söz ediyor. Peki, tüm bu felaketlerin başlangıç noktasından, 5 Mart 1933 günü yapılan seçimlerin hemen ertesinde Alman tarihine “Ermächtigungsgesetz” olarak geçen “Yetki Kanunu”ndan neden söz etmiyorlar? Dönemin cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg tarafından onaylanan o kanunla, Alman parlamentosu Reichstag’ın tüm yetkilerinin artık Nazi kabinesine ve aslen Hitler’e devredildiği biliniyor. Kanunun “oylandığı” günlerde komünistler çoktan yasaklanmış ve tutuklanmıştı; Birinci Dünya Savaşı öncesinde aldıkları ölümcül tutum bir kenara ve başka bir konu olmak üzere, birçok sosyal demokratın (SPD), oylamanın yapılacağı Kroll Opera Binası’na alınmadıkları da biliniyor. Ama konumuz açısından daha önemlisi, Çandar’ın Almanya’daki liberal arkadaşları, o dönem, evet o oylamada, tüm yetkiyi Hitler’e veren kanunu onaylıyorlardı! Dinciler hiç olmaz mı? Katolik Merkez Parti, “din işlerine pek bulaşılmayacağı” garantisini aldığı pazarlıklardan sonra “evet” oyu verdi. “Evet” oyu veren meşhur liberaller arasında, ikinci savaştan sonra Federal Almanya’nın ilk cumhurbaşkanı olan Theodor Heuss gibi isimler de vardı. Dahası, tanıdık gelecektir; dönemin burjuva-liberal feminist hareketinin sembol isimlerinden Gertrud Bäumer, Nazilere koyduğu genel rezerv dışında, onların kadın ve annelik konularında olumlu şeyler yaptıklarını söylüyordu. Kısacası, “Kristal Gece”nin yaşanmasına daha yıllar vardı ve bu faciaya yol açan o berbat düzenin oluşumunda liberallerin de parmağı ve çokça entelektüel desteği bulunuyordu.
Çandar, Nazi Almanyası’na gönderme yaparak Türkiye’nin bugününü “Kristal Gece” ile anarken, liberaller artık sabah akşam “faşizm” diye haykırmaya başlamışken, siyasi tarihimizde hangi dönüm noktalarının ülkemizi bu duruma getirdiğini ve kendilerinin bu duruma yaptıkları katkıları görmezden geliyor. Doğal, işleri bu. Sorsanız, utanmadan, “Biz demokratikleşme adımlarını, ilerlemeyi desteklerken, otoriterleşmeyi reddettik ve eleştirdik” derler.Nafiledir ve boş laftır, çünkü bu aralar çok benzetme yapıldığı için söyleyelim, Hitler için de öyle diyorlardı.Madem tarihsel olaylarla analoji kurulacak, o vakit biz de bir analoji yapabiliriz. Bugün liberallerin ortaya koyduğu performansa ve bu bakış açısına göre, 24 Mart 1933 Almanya için neyse, 12 Eylül 2010 referandumu da Türkiye için odur. Ülkemizde referandumla birlikte doruk noktasına ulaştırılan İkinci Cumhuriyet’in, daha doğrusu anti-Cumhuriyetçi, monarşist bir rejim değişikliğinin önünün açılmasına onay veren liberallerin, bugün yarattıkları ülke ve Erdoğan/AKP için dert yanmaya hakları yoktur. Nasıl “Kristal Gece” Almanya’da tekellerin, orta-üst sermaye gruplarının ve liberal entelijansiyanın Nazi Partisi’ne açtığı yolun bir sonucuysa (Yahudiler özelinde soykırımın başlangıcı olarak bilinir, fakat bu ayrı bir başlıktır), 2015 Eylül’ünün ilk haftasında ülkemizde yaşananlar da bir sonuçtur ve başta sermaye sınıfı, düzen partileri ve liberaller olmak üzere bu yolu açan herkesin büyük katkısı olmuştur. Mehmet Kuzulugil’in soL Portal’da dediği gibi, yarattığınız “Deli sizin deliniz.”
Türkiye’de liberal hareketin tarihi gerilere uzatılabilir elbette, ama dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de liberal virüsün en çok karşıdevrimci süreçlerde salgın yaptığına ve işe yaradığına da kimse itiraz etmeyecektir. Karşıdevrimlerin gericilik üretmemesi mümkün mü? Bununla birlikte, bizim ülkemizin kuruluş/devrim ve rejim değişikliği/karşıdevrim süreçlerinde komşumuz Sovyetler Birliği’yle kader ortaklığına sahip olması bir tesadüf değildir. Karşıdevrim bir gericilik dönemiyse, ülkemizde 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan karşıdevrim serüveni, AKP dönemiyle birlikte liberallerden oluşturulan bir idam mangasının elinde sonuca ulaştırıldı.
“Patient zero” olgusu da burada devreye giriyor. Bilimsel literatürde, büyük salgınların ve hastalıkların kaynağının ilk olarak nerede başladığına bu şekilde referans yapılıyor. Metaforumuzu kurban etmeyelim; ülkemizde liberal salgının ilk olarak kimden yayıldığı başka bir şey olmakla birlikte, 1970’lerin ikinci yarısında Birikim gericiliğiyle net biçimde ortaya çıkan ve1980’li yıllarda yükselişe geçen”yeni solculuk”, 1990’larda sosyalizme edilen küfürler, 2000’ler ve AKP dönemiyle beraber ülkemizin tarihine damga vurmuş her türlü ilerlemenin statüko, darbe ve tepeden inmecilikle suçlanması… Çandar ve arkadaşları, başından beri sahip oldukları liberal virüsü bir büyük salgın halindeen çok 2010 referandumu öncesinde ve sürecinde yaydılar. Utangaç “evet”çilik anlamına gelen boykot kararı alanları hatırlayınız. “Evet” cephesinde yer alanları unutmayınız. Önemli bir yapı olduğu için değil, ama “evet” cephesinde yer alan DSİP gibi yapıların, ülkemizin yaşadığı ve yaşayacağı dramın tepe noktasında icra ettikleri sembol oyunculuklarını göz ardı etmeyiniz.
O büyük liberal virüsün “patient zero” hali bu katıksız liberallerken, virüsün solda da akılları yemeye başlamış olduğunu nasıl görmezden gelebiliriz? Tarihselci bakış açısında bütünlüklü bakmak esastır. Bu yüzden de, liberaller bize “tarih dersi” veremez. Çünkü yaşanan tüm felaketlerde rol aldıklarını biliriz. Bugün yaşanan katliamlara açılan yolu daha dün onaylayanların, günümüzde “barış bloku” adıyla ortada dolaşması ise trajikomediden başka bir şey değildir. Bu liberal virüse, toplumun giderek çok daha büyük bir bölümünün, hatta “aydınların” belleksizleştirilmesi operasyonuna karşı yürüttüğümüz mücadelenin bir gerekçesi de budur. Kapitalist sistemin idame ettirilmesi açısından bir kural olarak,çöküş kaçınılmazsa, dağılan aklın toparlanması gerekir. O yüzden, liberaller, bir kez daha tarihi rollerini oynamak için sahneye çıkıyorlar. Burada yazdıklarıyla veya Amerikan üniversitelerinde “demokrasi yanlısı güçlere” (emperyalist kapitalizme diye okuyalım) yaptıkları çağrılarla,”Faşizm yerleşiyor!” diye bağırmalarının nedeni de budur. Sola da sirayet eden bu liberal virüsü karantinaya almak yetmez; salgının kökenleri kaynaklarında kurutulmalıdır. Bu mücadele, emperyalist barışa karşı antiemperyalist barış ve birlik mücadelesinin, adlı adınca sosyalist mücadelenin de olmazsa olmazıdır.
***
Peki, bütün bunlarla birlikte yine de “Kristal Gece”nin bir diğer adı “Kırık Camlar Gecesi”dir. Türkiye’nin doğusundan batısına kadar, o acı günlerde yerlere saçılan cam kırıklarının üstünde sadece diktatörün değil, Çandar’ların ve bu yolu açan bilumum liberalin de silueti yansıyordu; akıtılan kanda payları çok büyüktür…
BENZER İÇERİKLER
İlginizi Çekebilecek Diğer İçeriklerimizDİĞER YORUMLAR
Yorumlarınızı PaylaşabilirsinizKATEGORİLER
Site içi KategorilerimizTOP 10
En çok okunan içeriklerPOPÜLER İÇERİKLER
en çok yorumlanan, en popüler olanlar.