Bilim ve Siyaset
Ders, ülkenin yöneticisi olacak master öğrencilerine yönetecekleri toplumun özelliklerini öğretmeyi amaçlamaktadır. Ele alınacak başlıca konular ise şunlardır: Türkiye’nin nüfusunun özellikleri (yaş, eğitim, cinsiyet, meslek, dinsel ve etnik köken vs.), Osmanlı’dan devralınan miras (Batıcılık, etnik ve dinsel bağlantılar, dışarıda kalan topluluklarla bağlar vs), Kurtuluş Savaşının etkisi, devrimler, toplum ve siyaset, Türkiye’nin toplumsal kurumları (aile, eğitim, ekonomi, siyaset, din, boş zamanlar), dış dünyanın etkisi, asker-sivil ilişkileri, göçler (yurtdışından, yurtdışına, içgöçler, terör ve göç, kentleşme sorunları, gecekondular…), değişme, toplumu birleştirici ve ayrıştırıcı unsurlar. Ders daha ziyade seminer hazırlanması ve konular üzerinde tartışılması şeklinde işlenecektir.
Osmanlı da ilk batılılışma hareketi 2. Mahmut ile başlar
Tanzimat fermanı ile Osmanlıda ki tüm uyrukların temel hakları tanınmıştır
İçinde bulunduğumuz yıl Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700., Türkiye Cumuhuriyeti’nin kuruluşunun ise 75. yıl dönümüne rast gelmektedir ve her iki yıl dönümü de Türkiye’de çeşitli faaliyetlerle resmen kutlanmaktadır. Bu kutlamalar Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın bir devamı olduğunun resmen kabulü anlamına mı gelmektedir? Eğer öyle ise bu, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında benimsenen ve daha sonra da uzun süre uygulamada kalan “Osmanlı’dan farklı olma” politikalarına ters değil midir? Bu sorulara verilecek cevap, rahatlıkla “evet”tir.
Burada sorulması gereken asıl önemi soru şudur: peki ne olmuştur da 75 yıl içinde birbirine zıt iki yaklaşım benimsenmiştir? Bu sorunun cevabı “zaman” kavramıyla ilgilidir. Tarih kitaplarında zaman genellikle, birbirini takip eden “anlar” ve bu anlarda meydana gelen “olaylar” olarak kullanılır. Zamanın bu tarz kullanımı sonucu tarih bir “ilk ve tek (biricik) olaylar listesi”, yani bir değişme (change) olarak ortaya çıkar. Böyle bir yaklaşım, çoğu kez, en az değişme kadar önemli bir kavram olan sürekliliği (continuity) tamamıyla ihmal eder. Zaman, birbiri arkasına gelen noktalar olarak ele alındığı gibi, zaman dilimleri (interval) ve dilimler içinde meydana gelen süreçler olarak da ele alınmaktadır. Bu durumda da, olaylar ve olgular, birlikte var oldukları düşünülerek gruplandırılmaktadır. Bu yaklaşımda vurgu, zaman akışında, birbirleriyle ilişkili olan olayların meydana getirdiği örüntüdedir. Başka bir ifadeyle, bir tarihi olay, devam ede gelen olaylar grubu içinde yerine konularak, olayların oluşturduğu varsayılan bütünden veya devamlılıktan yararlanılarak açıklanmaktadır.
İyi bir tarihi analiz, zamanın bu iki tür kullanılışına da yer vermelidir [1] . Ancak, bunun mümkün olmadığı durumlar da vardır. Mesela, tarihçinin yaşadığı zamanın tarihi, yani, yakın dönem tarihi göz önüne alınırsa, burada olaylar henüz yaşanmaktadır ve tamamlanmamıştır. Bu yüzden de burada olayları tamamlanmış süreçler olarak gruplandırmak çoğu kez anlamlı olmaz [2] . Bu durumda, yaşanan olaylar, o olayları yaşayanlara bir değişme olarak görünecektir.
Cumhuriyetin kurucularına ve onların zamanında yaşamış tarihçilere, yaptıkları ve yaşadıkları olayların neden daha çok bir değişme olarak göründüğü, neden kendilerini “Osmanlı’dan tamamen farklı” gördükleri böylece daha anlaşılır olmaktadır. Günümüz yönetici ve tarihçilerinin Osmanlı’ya karşı, neden Cumhuriyet’in kurucularından ve o dönemin tarihçilerinden farklı bir yaklaşım içinde oldukları da aynı şekilde açıklanabilir.
Günümüzün yönetici ve tarihçileri, Cumhuriyet’in kuruluşu, öncesi ve sonrasında meydana gelen olaylara daha geniş bir zaman dilimi içinde bakabilme imkanına sahiptirler. Böylece, o zamanın olaylarını dönemler ve süreçler olarak gruplandırmak ve dolayısıyla da değişmeyle birlikte devamlılığı da görmek mümkün olmaktadır.
Bununla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin hangi bakımlarda Osmanlı geçmişinden bir “kopuş”, yeni bir “başlangıç”, hangi bakımlardan onun bir “devamı” olduğuna ilişkin tartışmalar, çeşitli platformlarda bütün canlılığıyla devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, elbette ki, “yeni ve taze” bir başlangıcı simgeliyordu. İlk kuruluş yıllarında yapılan inkılaplar ve düzenlemeler, bu başlangıcın görünümleriydi. Diğer yandan, Cumhuriyet, selefi Osmanlı’dan, pek çok unsuru da miras almıştı. İşte, bu makalede, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devam eden ve değişen unsurlar, toprak ve nüfus, siyasi rejim, hukuk ve kültür başlıkları altında incelenecektir.
Asıl konuya geçmeden önce, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin yaşandığı ortam ve dönemin tasvir edilmesi faydalı görünmektedir. Osmanlı Devleti’nin dört yıl süren I. Dünya Savaşı’na (1914-1918) girmesi, sonunu getiren sürecin de başlangıcı oldu. Savaşı kazanmasına rağmen, kaybeden tarafta yer alması, O’nu mağluplar arasına koydu. Bu mağlubiyet, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışması anlamına geliyordu. Çöken İmparatorluğun mirası anlamına gelen topraklarını paylaşma konusunu, Müttefikler, Paris’te düzenledikleri bir dizi konferansta tartıştılar. Nihayet, 1920’de Osmanlı devlet adamlarının eline Sevr Anlaşması tutuşturulduğunda, elde kalan Anadolu topraklarının büyük bir kısmı Müttefikler arasında pay edilmiş, İç Anadolu’da küçük bir bölge Türklere bırakılmıştı. Türkler için bir “var olma” meselesi halinde dönüşen yabancı işgalleri ve bu işgallerden kurtulmak için verilen silahlı mücadele, aynı zamanda, yeni kurulacak devletin coğrafi mekanını hazırlama çabası anlamına geliyordu. Bu mekan hazırlama işi-Kurtuluş Savaşı (1919-1923) kastediliyor-çekilen büyük sıkıntılardan sonra başarıyla tamamlandığında, yeni kurulacak devletin üzerinde gelişeceği coğrafi saha da belirlenmiş oldu. Bu zemin üzerine, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti inşa edildi. “Var olma” meselesi, şimdi de, modern dünyaya ayak uydurarak, “varlığını devam ettirme” meselesi haline dönüştü. Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan ve toplum hayatının bütün sahalarına yayılan inkılaplar ve düzenlemeler bu amaçla gerçekleştirildi. Ancak, inkılaplar bir yandan Batı modelinde yeniden yapılanmanın birer sembolünü teşkil ederken, diğer yandan da, Osmanlı geçmişi ile bağların kopartılması anlamına geliyordu. Yeni kurulan Cumhuriyet’in başkentinin Ankara olması da, geçmişten uzaklaşma arzusunun en sembolik göstergesiydi.
2.1.Toprak ve Nüfus
Osmanlı Devleti, Anadolu, Balkanlar, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’yu içine alan; nüfus bakımından, Rum, Ermeni, Yahudi, Arnavut, Bulgar, Macar, Hırvat, Arap vs. gibi değişik ırk, din ve dillere mensup milletlerin bir arada yaşadığı bir ülke idi. 19 yüzyıldan itibaren, dağılma sürecinin başlaması ile, bu milletler teker teker İmparatorluktan ayrıldılar. 1830 yılında bağımsız Yunanistan’ın kurulmasıyla başlayan bu süreç, önce Balkan milletlerinin, daha sonra da, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki Müslüman milletlerin kopması ile I. Dünya Savaşı sonunda tamamlandığında, İmparatorluğun toprakları üzerinde, Türkiye Cumhuriyeti dahil, 16 bağımsız devlet kuruldu. Bahsedilen bu dağılma süreci, İmparatorluğun idarecileri olan Türkler açısından, sahip oldukları İmparatorluğun topraklarını kurtarma mücadelesiydi: Trablusgarb (1911-1912) ve Balkan Savaşları (1912-1913), I. Dünya Savaşı, ve nihayet Kurtuluş Savaşı (1919-1923) bu mücadelenin aşamalarıydı ve, bilindiği gibi, yalnızca sonuncusu başarılı oldu. Bunun nedeni ise, yeni bir devlet kurmak için gerekli olan “nüfus desteği”nin yalnızca Anadolu’da mevcut olması idi. Diğer bölgelerde böyle bir destek olmadığı, ve yerli halkların desteği kaybedildiği için başarılı olunamadı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kurtarılan topraklar, Anadolu ve Trakya’da yer alan araziye denk gelmektedir. Bu topraklar, Ortaçağ‘dan beri, Batılılar tarafından, Türklerin yaşadığı yer anlamında, Türkiye adıyla anılmaktadır. Yine, Osmanlı İmparatorluğu Batı’da, Türk İmparatorluğu olarak bilinmektedir. Türkiye ve Türk adlarının günümüzde de devam etmesi, sürekliliğin ifadesidir.
“Toprak kaybı” ile bir arada ilerleyen “nüfus kaybı” süreci sonunda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye, yalnızca Anadolu ve Trakya bölgesi, ve bu sahada yaşayan insanlar kalmıştır. İmparatorluk genelinde Türkler dağınık gruplar halinde yaşadıkları için, bunların Anadolu’ya göçü, ancak, uzun, meşakkatli ve ızdırablı bir sürecin sonunda mümkün olabilmiştir. [3] Bir yandan, Balkanlarda yaşayan Türklerin Anadolu’ya göçleri, diğer yandan da Anadolu’da yaşayan Rumların, Etabli anlaşması (1926) ile Yunanistan’a, Ermenilerin ise Sovyet Rusya’daki Ermenistan’a göçüyle, Anadolu’da çoğunluğu Türklerden meydana gelen homojen bir nüfus kitlesi oluşmuştur. Böylece, pek çok milletten meydana gelen Osmanlı “teb’a”sının bir kısmını teşkil eden Türkler, Türkiye Cumhuriyeti’nde, toplumun esasını teşkil ederek, “vatandaş” sıfatıyla hayatlarına devam etmişlerdir.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nüfus değişmeleri değerlendirildiğinde, çok ırk din ve dilden meydana gelen İmparatorluğun, büyük çoğunluğu tek ırk, din ve dilden meydana gelen Cumhuriyet nüfusuna indirgendiğini görülmektedir. Çok ulusu İmparatorluktan, ulus-devletine-ümmetten millete-geçiş olarak nitelendirilebilecek bu süreç sonunda, ırk birliği sağlanarak, çoğunluğu Türklerden oluşan bir millet ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun düşman işgalinden kurtarılmasıyla da bu milletin üzerinde yaşayacağı ülkenin sınırları belirlenmiş, böylece, modern anlamda bir ulus devleti (nation state) kurumanın ön şartlarından olan, “millet” ve “vatan” birliği sağlanmıştır. Şimdi de sıra, modern/Batılı örneğinde olduğu gibi, bu millet ve vatan temelinde, yeni bir siyasi rejim yükseltmeye, halka yeni bir “hayat tarzı” sunmaya gelmiştir. Bunlara aşağıda, sırasıyla değinilecektir.
2.2. Siyasi Rejim
Osmanlı Devleti, kuruluşundan yıkılışına kadar Osmanlı Hanedanı tarafından idare edilmiştir. Hanedanın, kuruluş yıllarından son dönemlere kadar devam eden “mutlaki-monarşi” tarzı idaresi, bu döneme gelindiğinde “meşruti-monarşi” tarzı idareye dönüşmüştür. Merkezi mutlak otoriteyi tekellerinde bulunduran Osmanlı sultanları, dünyevi yetkilerinin yanı sıra, dini yetkilere de sahiplerdi. 1517’den itibaren Halife sıfatını taşıyan sultanlar, kendilerini Allah’ın dünyadaki gölgesi (Zıllullah-ı fi’-l arz) olarak telakki ediyorlardı. Sultan, yetki ve sorumlulukları sınırlı ölçüde merkezi bürokratik elit ile paylaşarak İmparatorluğu idare ediyordu. Osmanlı Hanedanı’nın hakim olduğu “mutlak-monarşi” tarzı idare şekli, ilk kez II. Mahmut döneminde (1808-1839), merkezi idare teşkilatında, Batı tarzında yeni bir bürokratik ve idari düzen kurulması için girişilen düzenlemelerle değişime uğradı. Eski makamların çoğu kaldırıldı, yerine yenileri ihdas edildi, bir kısmının da isimi değiştirildi veya yeniden düzenlendi. Devletin merkezi idare teşkilatının yeniden organizasyonu anlamına gelen bu düzenlemeler, klasik Osmanlı devlet ve idare anlayışından uzaklaşılırken, Batı tarzı devlet ve idare anlayışına yaklaşmanın ilk örneğini ve tecrübesini teşkil ediyordu. Bu bağlamda, devlet yalnızca vergi toplayan, asker besleyen ve adalet dağıtan idare mekanizması olmaktan çıkarak, eskiden faaliyet sahası dışında olan, eğitim, sağlık, ekonomik gelişme ve bayındırlık işleri ile de ilgilenmeye başladı. Bütün bu düzenlemeler, o döneme kadar askeri alana sınırlı tutulan Batılılaşma çabalarının, merkezi idareyi içine alacak şekilde genişletilmesinin bir göstergesiydi. [4]
İkinci tecrübe, Balkanlarda meydana gelen ayaklanmalar ve dönemin aydınlarının baskısı neticesinde, Belçika anayasasından örnek alınarak hazırlanan Kanun-i Esasi’nin (Anyasa), diğer adıyla Meşrutiyet’in ilanı ile 1876’da yaşandı. Meclis-i Vala ve Meclis-i Mebusan’dan oluşan Osmanlı Parlementosu’nun açılmasıyla, “meşruti-monarşi” tarzı bir idareye geçiş gerçekleşti. [5] Fakat, bu geçiş, kalıcı olma şansına sahip olamadı. İki yıl gibi kısa bir süre sonra3, Parlemento, Kanun-i Esasi’de belirlenen yetkilerini aşarak padişahın hükümdarlık haklarına müdahalede bulunduğu iddiasıyla, II. Abdülhamid tarafından fesh edildi.
Üçüncü tecrübe, Kanun-i Esasi’nin, İttihad ve Terakki Partisi’nin dayatması ile yeniden yürürlüğe konulması ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ının yeniden açılmasıyla yaşandı. II. Abdülhamid’in saltanatının sonuna rastlayan, ve II. Meşrutiyet (1908) adıyla anılan bu tecrübe de pek verimli olmadı. II. Abdülhamid’in 31 Mart Vakası ile tahtadan indirilmesi neticesinde, devlet idaresi tamamıyla İttihad ve Terakki Partisi kadrolarının eline geçti. O zamana kadar devlet işlerine karışmayan Parti mensupları, idareyi tamamıyla ele aldılar ve Parti’nin otoriter idaresi, I. Dünya Savaşı sonuna, 1918’e kadar devam etti. Osmanlı Devleti’nin savaştaki başarısızlığı partinin iktidardan düşmesine sebep oldu. [6] Bundan sonra, yıkılıncaya kadar, devlet idaresi değişik şahısların adları ile anılan hükümetler vasıtasıyla yürütüldü. [7]
Osmanlı Devleti’nin son döneminde, padişahın yetkilerinin anayasa, meclis ve hükümet ile sınırlandığı, meşruti-monarşi tarzı bir idarenin yürürlükte olduğu görülmektedir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, padişahlık kurumu, diğer adıyla saltanat (1 Kasım 1922), bir süre sonra da, Halifenin yalnızca dini lider olduğu, yeni kurulan milli-devlette siyasi otorite sahibi olma iddiasının sıkıntılara yol açacağı gerekçesiyle, Halifelik (3 Mart 1924) kaldırılır. [8] Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar kurulu ve meclisten oluşan bir idare tarzına geçilir, ki bunun adı Cumhuriyettir. Dini ve dünyevi yetkilerle donatılmış hanedanın yerini, halkın egemenliğini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hakim olduğu, laik, demokratik hukuk devleti alır. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılır. Yapılan düzenlemelerle, dini kurumların siyasi hayattaki önemi azaltılırken, devletin bu kurumlar üzerindeki kontrolü artırılır. Osmanlı’dakinin aksine, din, kişiye ek kimlik kazandıran hüviyete bürünür, “mili bilinç” ve “milliyet” temel prensipler haline gelir.
İmparatorluk yıkıldığında, Cumhuriyetin öncülüğünü, Osmanlı bürokratları arasından yükselen lider kadrolar yüklenmişlerdir. Başka bir ifadeyle, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, varlığını ve gelişmesini, Kurtuluş Savaşını, ardından da inkılapları gerçekleştiren bu kadrolara borçludur. [9] Atatürk’ün bu kadroların lideri olduğunu söylemeye gerek yoktur. Osmanlı aydın, bürokrat ve asker kadroları, yüzyıldan fazla zamandır, deneme-yanılma yoluyla edindiği tecrübeler ve ideoloji birikimleri ile birlikte Cumhuriyet’e intikal etmiştir. Cumhuriyet’in, belki de en büyük şansı, Osmanlı’dan, parlamenter sistem ile tecrübesi olan, yetişmiş “elit bürokrat” kadroları devralmış olmasıdır. [10] Yine, bu kadrolarla beraber, devletin gücünün, bürokrasinin tekelinde bulunduğuna dair, “bürokratik ve merkeziyetçi” devlet anlayışı ve uygulaması, Cumhuriyet’e aktarılır. [11] Cumhuriyet’in bu “seçkinci-devletçi” bürokrasi yaklaşımı, Osmanlı devlet anlayışının devamıdır. [12]
2.3. Hukuk
Osmanlı Devleti, hukuk bakımından Şeriat’a dayalı, teokratik bir devlet olarak tanımlanır. Ancak, çok ırk, din, dil ve milletten oluşan İmparatorluğun, yalnızca Şeriat’ta yer alan kuralar dahilinde idare edilmesinin pratikte mümkün olmayacağı aşikardır. Bu durum, Şeriat’ın esasına dokunmamak ve onunla mutabık olmak kaydıyla, padişahların insiyatifine bırakılan bir karar alma yetkisini ve sahasını gerekli kılmıştır. Böylece, çoğu mahalli şartlardan ve günün ihtiyaçlarından kaynaklanan ve bunlara uygun olarak padişahlar tarafından yapılan düzenlemeler, Örfi hukuk denen ayrı bir hukuk sahasını oluşturmuştur. 19. yüzyıla gelinceye kadar Osmanlı Devleti’nde, Örfi ve Şer’i hukukun, birlikte, fakat birbiriyle örtüşmeyen ayrı sahalarda yürürlükte olduğu görülmektedir. Zaman içinde değişen ihtiyaçlar karşısında yetersiz kalan yürürlükteki kanunların bıraktığı boşluklar, bir yandan, mevcut kanunların ıslahıyla, diğer yandan da, Avrupa’dan alınan kanunlarla doldurulmaya çalışılmıştır. Bu tür çalışmaların dönüm noktası yine Tanzimat olmuş, modern anlamda kanunlaştırma (kodifikasyon) hareketleri bu dönemde başlamıştır. Fransız ve İtalyan örneğinden faydalanılarak çıkarılan ticaret, ceza ve arazi kanunları ile, Batı hukukuna yönelme ivme kazanmıştır.
Bir yandan Batı’lı kanunların alınmasıyla Batı hukukuna yönelinirken, diğer yandan da, mevcut yerli kanunlarda yapılan, ve biri diğerini geçersiz kılmayan düzenlemeler sunucunda, birbirinden kesin çizgilerle ayrılan, ikili hukuk sistemi uygulaması ortaya çıkmıştır. Ancak, bu uygulama, değişik unsurlardan meydana gelen İmparatorluğun bütün teb’asının ihtiyaçlarına cevap vermeden uzak kalarak, bu unsurları bir arada tutmak için yükseltilen ideolojileri, özellikle de Osmanlıcılık ideolojisini, boşa çıkarmıştır. Bu başarısızlığa rağmen, “kanunlaştırma” kavramının yerleşmesi, yargılama usullerinin geliştirilmesi ve yeni mahkemelerin kurulması gibi konularda ilk tecrübeyi teşkil ederek, Cumhuriyet döneminde, bu sahada yapılacak düzenlemelere zemin hazırlamıştır.
Cumhuriyet’e gelindiğinde, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun hukukunun, tek uluslu Cumhuriyet için geçerli olmadığı görülür, ve değişen toplumun ihtiyaçlarına yönelik, çağdaş hukuk sisteminin getirilmesi için düzenlemelere girişilir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Tanzimat dönemi ve sonrasında Batı hukukundan iktibaslar yapılmıştır. Bu süreç, Cumhuriyet döneminde, 1926’da İsviçre medeni kanununun kabulü, İtalyan modelinden alınan ceza kanunu ve, İtalyan ve Alman modellerinden alınan ticaret kanununun benimsenmesi ile hız kazanır. Ticaret ve ceza kanunları Osmanlı döneminde Batı örneğine göre düzenlenmiş olmasına rağmen, medeni kanun Şer’i olma özelliğini korumuştur. Cumhuriyet döneminde, hukuk alanında en önemli değişiklik, medeni kanunun, dini zeminden uzaklaştırılması ile gerçekleştirilir: Çok kadınla evliliğin yasaklanması, evliliğin resmi makamlarca onaylanması (resmi nikah), boşanma konusunda kadın ve erkeğe, miras konusunda kız ve erkek çocuklara eşit haklar tanınması gibi aile hayatına ilişkin düzenlemelerle, aslında hedeflenen, Türk ailesini, Batı modelinde yeniden yapılandırmaktır. [13]
Hukuk sahasında yapılan düzenlemelerin bir uzantısı olarak, anayasadan da bahsetmek gerekiyor. Sened-i İttifak (1808), Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856), anayasa veya benzeri belgeler olmamakla birlikte padişahın hak ve yetkilerine, sınırlı da olsa, kısıtlamalar getirmesi itibarıyla önemlidir. Ancak, padişahın hak ve yetkilerini sınırlayan, bununla da kalmayıp, idari mekanizmayı yeniden yapılandırmaya yönelik ilk anayasal hareket, Kanun-i Esasi’nin ilanıdır (1876). Yalnızca iki yıl gibi kısa süre (1876-1878) yürürlükte kalma şanssızlığına uğrayan Kanun-i Esasi, otuz yıllık bir aradan sonra, 1908’de, ikinci kez yürürlüğe konulur. Bu dönemde üzerinde bazı iyileştirmeler yapılmasına rağmen, yurttaşlara çağdaş anlamdaki temel hak ve özgürlükleri sağlamaktan yoksundur. Halkın değil, aydınların dayatmasıyla yürürlüğe konulan bu anayasada, bu tür nitelikler aramak fazla iyimserlik olur. Zaten, bu anayasa ile korunan, azınlıkların hak ve hürriyetleridir. Yukarıda da belirtildiği gibi, idarenin yeniden yapılandırılması, dolayısıyla da yeni bir idare anlayışının-ki bu meşruti monarşidir-yerleştirilmesi esas amaçtır. Bu haliyle düşünüldüğünde, Osmanlı Kanun-i Esasi’si Cumhuriyet’e geçildiğinde hükümsüz bir belge haline gelmiştir. Ancak, Batı’nın liberal ve demokratik akımlarının yansımalarını ihtiva etmesi itibarıyla, Cumhuriyet aydınları için önemli bir tecrübe teşkil etmiştir.
Cumhuriyet döneminde ilk anayasa 1921 yılında yapılır. Dönemin olağanüstü şartlarında hazırlanan bu anayasa, orijinal adıyla Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, yeni Türk devletinin ilk anayasası niteliğindedir. Olağanüstü şartlar dolayısıyla “kuvvetler birliği”nin benimsendiği bu anayasa 1924’e kadar uygulamada kalmış, bu tarihte yapılan düzenleme ile yeni bir anayasa hazırlanmıştır. Kuvvetler birliğinin, önceki kadar katı olmamakla birlikte korunduğu bu anayasaya, 1921 anayasasının maddelerinin büyük bir kısmı dahil edilmiş, bazı ek hükümler getirilmiştir. Cumhuriyetin ilk döneminde anayasada sıklıkla yapılan değişiklikler (ki bunlar 1928, 1934, 1937 yıllarına rastlar) göz önüne alındığında, laikliğe aykırı olan maddelerin kaldırıldığı, giderek sivil hale getirildiği gözlenmektedir. Hukuk sahasında Osmanlı son döneminde yapılan düzenlemeler değerlendirildiğinde, bunların, Batı hukukunu tanıma ve uygulama tecrübesi olarak Cumhuriyet’e aktarıldığı görülür. Mevcut Osmanlı hukuku ise, kısmi de olsa, Cumhuriyet’e intikal etme şansına sahip olmamıştır.
2.4. Kültür
Kültürel alanda, halk kültürü ve gündelik hayat düzeyinde Osmanlı mirasının, yukarıda bahsedilen sahalara nispeten, değişmeye daha dirençli olduğu söylenebilir. Halkın inanışları, alışkanlıkları, davranışları ve değerler sisteminin toplamı olan “zihniyet” ise, değişmeye en fazla direnç gösteren, ve değişmenin, ancak asırlar alan bir sürede gerçekleştiği sahadır. [14] Müzik, mutfak, halkın kullandığı eşyalar, eğlence, kahvehane v.s. gibi gündelik hayatla ilgili konularda ve, başka etnik gruplarla birlikte yaşama, farklı kültürlere gösterilen tolerans ve din gibi, alışkanlık ve zihniyetle ilgili alanlarda, sürekliliğin izlerini tespit etmek mümkündür. [15] Yine de, halkın günlük hayatı, “devletin müdahale edebileceği” sahalar arasına dahil olmuştur. Burada yapılacak değişmelerin, uzun vadede, halkın zihniyetinde değişme meydana getireceğine inanılarak, kıyafetten takvim ve saate, alfabeden eğitime kadar, günlük hayatın çeşitli sahalarında düzenlemeler yapılmıştır. Böylece, Batı tarzı bir hayat sürme yoluyla, Batı zihniyetine erişmenin mümkün olacağı düşünülmüştür.
Aşağıda, dil ve alfabe, ve eğitim başta olmak üzere, kültürel hayatın çeşitli sahalarında, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde, Batı modelinden yapılan alımlar incelenerek, bunlardaki değişme ve süreklilik çizgileri tespit edilmeye çalışılacaktır.
Dil ve alfabe konusunda, daha 19. yüzyılın ilk yarısında, aydınlar ciddi tartışmalara girmişlerdi. Tanzimat’la birlikte, Batı tarzında eğitim veren okulların açılmasıyla, Türkçe’nin ilim dili olarak kullanılması, Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması konusu gündeme geldi. 1876’da Kanun-i Esasi’ye, “Osmanlı Devleti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu, ve devlet hizmetine girecekler için bu dilin bilinmesi gerektiği”ne dair bir hüküm konuldu. Fakat bu, dil ve alfabe konusundaki tartışmaların sonu değil, resmi düzeyde başlangıcı oldu. [16] Dil konusu biraz irdelendiğinde, asıl sorunun, Türkçe’ye uygun olmayan Arap Alfabesi’ni kullanmaktan kaynaklandığı, dolayısıyla, alfabenin değiştirilmesi gerektiği kanaati uyandı. Bu sırada, Latin Alfabesi’nin alınması konusu gündeme geldi. [17] Türkçe’nin ilim dili olması yolunda harcanan çabalar kısmen başarılı olmasına rağmen, aynı başarı alfabe konusunda sağlanamadı. Alfabe değişikliğini yapmakta Cumhuriyet’e kaldı. 1 Kasım 1928’de kabul edilen bir kanunla Latin Alfabesi kabul edildi. Ardından Türkçe’nin sadeleştirilmesi için faaliyetlere girişildi: Atatürk’ün geliştirdiği Güneş-Dil Teorisi ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması (1932) bu faaliyetler arasındadır. Bütün bunlar birlikte değerlendirildiğinde, Cumhuriyet döneminde, milli bir dil yaratma endişesinin hakim olduğu görülmektedir. Cumhuriyet’in, Osmanlı geçmişi ile olan organik bağlarından birini, belki de en önemlisini, kopartması anlamına gelen bu girişim, ele alınan konu açısından radikal bir değişme olarak değerlendirilebilir.
Bir toplumun vatandaşlarına, kendi kültürünü aktarma süreci olarak tarif edilen eğitim faaliyetleri, Osmanlı toplumunda yüzyıllar boyunca medreseler tarafından yürütülmüştür. Bu geleneksel insan yetiştirme kurumundan ilk uzaklaşma, II. Mahmud döneminde, Batı usulünde askeri eğitim veren okulların açılmasıyla başlar. [18] Bu, aynı zamanda, dini ilimlerin ağırlıklı olarak verildiği medrese eğitimine alternatifin ilk ortaya çıkışıdır. Batı’nın ilim ve fenninin öğretildiği bu okullar, Osmanlı’da eğitiminin mektep-medrese şeklinde ikileşmesinin ilk örneğini teşkil ederek, ileride yapılacak olan düzenlemelere yön vermiştir. Bundan sonra yapılan düzenlemelerde, geleneksel medrese sistemine hiç müdahale etmeden, tamamıyla yeni bir sistem kurmaya yönelinmiştir. Yine, Tanzimat döneminde ilk kez olarak, eğitimin siyasi ve toplumsal fonksiyonlarının olduğu fark edilmiş, devleti felakete gidişten kurtaracak yol olarak görülmüştür. [19] Batı usulünde eğitim sisteminin kurulması, aydınlar ve memurlar yetiştirmek için sivil okullar açılması, bu fark edişin bir neticesidir. [20] Tanzimat döneminde azınlıklar ve yabancılar da özel okullar açarak, eğitimin daha da çeşitlenmesine neden olmuş, ancak bunlar, Osmanlı Devleti’ne değil, kendi azınlık gruplarına hizmet ederek ayrılıkçı faaliyetler gütmüşlerdir. Eğitim konusunda ikinci önemli gelişme, II. Abdülhamid’in saltanat yıllarında yaşanır. Bu dönemde, pek çok meslek ve sanat okulu, özürlüler için okullar açılır ve okul programları yeniden düzenlenir.
Cumhuriyet’e gelindiğinde, eğitim sahasında yapılan ilk iş, yaşanan mektep-medrese ikiliğini gidermek üzere “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” (öğretimin birleştirilmesine dair kanun)’nun çıkarılması olmuştur (3 Mart 1924). Bu kanunla, ülkedeki bütün eğitim kurumları Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı)’ne bağlanarak, azınlık ve yabancı okullar denetim altına alınmıştır. Aynı tarihte Şer’iye ve Evkaf Nezareti de kaldırılarak, idaresinde bulunan medreseler, önce Maarif Vekaleti’ne bağlanmış, sonra da kaldırılmıştır. Bütün bu düzenlemelerdeki amaç, eğitimin daha “laik” ve “milli” hale getirilmesidir. 1933’de çıkarılan Üniversite kanunu ile Yükseköğrenim kurumları yeniden yapılandırılarak, Batılı tarzda yeni fakülte ve üniversiteler kurulmuştur. Osmanlı döneminde Batı modelinde açılan okullar, Cumhuriyet’e gelindiğinde yeniden yapılanmaya tabi tutulmasına rağmen, üzerinde çalışılacak bir model oluşturması, ve daha da önemlisi, insan yetiştirmede tecrübe teşkil etmesi bakımlarından önemlidir. Cumhuriyet’e intikal edenler de bunlar olmuştur.
Laik Cumhuriyet idaresinin kurulması, mevzuat ve hukukun da bu çizgide düzenlenmesi ile, toplumdaki çeşitli kurumların üzerinde yapılanacağı esaslar, ve eski usuller ve alışkanlıklara karşı alınacak tavır da belirlenmiştir. Kılık-kıyafet konusunda yapılan düzenlemeler (2 Eylül 1925), aynı tarihte, tekke ve zaviyelerin kaldırılması (2 Eylül 1925), uluslararası saat ve takvimin (26 Aralık 1925), ölçü ve ağırlık sisteminin (1 Nisan 1931) ve soyadı kanununun (1934) kabulü, ve hafta tatilinin Cuma’dan, Cumartesi-Pazar gününe alınması (1935), hep bu esaslar dahilinde yapılan düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerin en önemli özelliği, Osmanlı döneminde uygulanmakta olanların tamamen terk edilmesi, yerine çağdaş olanın konulmasıdır. Diğer bir ifadeyle, bahsedilen konularda, süreklilik değil, değişme söz konusudur.
Kültürün değişik sahalarında uygulamaya konulan reformlar ve inkılaplarla, Batılı kültür unsurlarının aktarılması (cultural borrowings) yoluyla, gerçekte, bir kültür değişimi (acculturation) planlandığı söylenebilir. “Kültür unsurlarının aktarılması” ve “kültür değişimi” tamamen farklı iki kavram olup, bunlardan ilki, bütün kültürler arasında aralıksız devam ede gelen bir süreçtir. İkincisi ise, bir kültürü belirleyen temel değerler sisteminde değişme anlamlarına gelir. [21] Osmanlı ve Cumhuriyet yenileşmeleri tahlil edildiğinde bunların, “kültür değişimine uğramadan, kültür unsurlarının aktarılması için gösterilen çabalar”ın tarihi olduğu söylenebilir. Osmanlı aydınları ve bürokratlarının gündemini sürekli işgal eden bu çabalar, onların zihninde, Batı’nın yalnızca, “ilmini ve fennini” alma, “değerlerini” reddetme şeklinde formüle edilmiş, bu da, Batı medeniyetinden nelerin alınıp, nelerin alınmayacağı konusunda karar vermede, ayırt edici kriter olmuştur. [22] Gerçekte ise, Osmanlı aydınları ve bürokratları, bu tür bir “seçme” şansına sahip olmadıkları gibi, “kültürel alımlar”ın yol açacağı değişmeye müdahale edebilecek iradeye de sahip değillerdi. Dış müdahaleler de işin içine girince, kültür unsurlarının aktarımı, “mecburi veya güdümlü” hale geldi. [23] Aynı tartışmalar ve durumlar Cumhuriyet’e de intikal ederek, yapılacak olan inkılapların mahiyetini belirledi.
3. Sonuç
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş noktasında, Cumhuriyet, son yüzyılı modernleşme sancıları ile geçiren bir toplum devralmıştır. Cumhuriyet kurulduğunda, ilk anda gerekli olan yönetim örgütü, eğitim sistemi, mali sistem vs. Osmanlı’dan alınmıştır. Parlamenter sistem ile tecrübe, siyasi parti ve çeşitli siyasi kurumlar Osmanlı’dan miras kalmış, Cumhuriyet’in aydın ve yetişmiş insan kadroları da, yine Osmanlı’dan intikal etmiştir. Osmanlı döneminde yaşanan modernleşme süreci, daha çok, bir “tecrübe” olarak Cumhuriyet’e aktarılmıştır. Osmanlıdan Cumhuriyet’e intikal eden, belki de en önemli, “alışkanlık”, her ikisinde de, değişmenin devlet eliyle ve kısa sürelerde gerçekleştirileceğine kanaat getirilmesidir. Bu alışkanlık, günümüzde de devam etmektedir. Diğer yandan, çok uluslu İmparatorluğun kurumları, tek uluslu Cumhuriyet’e geçişte, kendiliğinden geçersiz hale gelmiş, yeni düzenlemelerin yapılması gereği hasıl olmuştur. Daha çok, siyasi rejim, devlet idaresi ve kurumlar düzeyinde gerçekleştirilen düzenlemeler, değişme olarak değerlendirilmelidir. Kültürel sahada, günlük hayatı ilgilendiren konularda değişmeler yaşanırken, zihniyet, halk kültürü v.s. gibi konularda süreklilik hakim olmuştur.
Sonuç olarak, Cumhuriyet’in kurucuları, Osmanlı’dan devralınan toprak ve nüfus üzerinde yeni ve modern bir devlet inşaa etmek gayesiyle siyasi rejim, hukuk ve kültürün çeşitli sahalarında geniş çaplı ve köklü değişimler yapmışlardır. Kısa dönemde bakıldığında “radikal” olarak nitelendirilen bu değişimlerin, uzun dönemde bakıldığında, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan yenileşme ve modernleşme çabalarının Cumhuriyet döneminde güçlenerek devam eden uzantıları olduğu görülmektedir.
Ekleyen : IrCDeViL IrCDeViL - Tarih: 06 Temmuz 2016 - 14:24 - Okunma Sayısı : 2.621 views
BENZER İÇERİKLER
İlginizi Çekebilecek Diğer İçeriklerimizDİĞER YORUMLAR
Yorumlarınızı PaylaşabilirsinizKATEGORİLER
Site içi KategorilerimizTOP 10
En çok okunan içeriklerPOPÜLER İÇERİKLER
en çok yorumlanan, en popüler olanlar.