Şifreniz yoksa boş bırakabilirsiniz
mirc indir

Dadaloğlu, 152 yıl önce  o sözü neden söylemişti? Bu sorunun yanıtı Islak Çarıklar’da ortaya çıktı…

Gazeteci Yusuf Yavuz ve Biyomühendis H. Çağlar İnce’nin birlikte hazırlayıp sunduğu Kanal V ekranlarında yayınlanan ‘Islak Çarıklar’ adlı belgesel programında, Yörük-Türkmenlerin toprağın hafızasına sinen sırları toplumun hafızasıyla yeniden buluşmaya devam ediyor.

Her hafta Çarşamba günleri Antalya’dan yayın yapan Kanal V ekranlarında izleyiciyle buluşan Islak Çarıklar’ın, Recepli Yörüklerinden biri olan Dadaloğlu’nun öyküsünün anlatıldığı bölümünde çarpıcı ayrıntılar izleyiciyle buluştu.

İşte iğneden iplikten yola çıkarak Anadolu toprağının sırlarına ulaşan Islak Çarıklar Programının Dadaloğlu’nun öyküsüne uzanan o bölümünün ayrıntıları…

ANTALYA’DAN DADALOĞLU’NA GİDEN YOL…
Ekmek nasıl pişirilir? Tarhana nasıl ufalanır, tohum nasıl ekilir toprağa, keçi nasıl sağılır, ya süt nasıl mayalanır?

Peki, bir iplik nasıl boyanır, gök kuşağının renklerine?

O iplik kilime, cicime, halıya; taş, toprak ve ağaç nasıl yuvaya dönüşür o bilge ellerde…

İnsanın milyonlarca yıllık öyküsünün saklı olduğu ‘hayat bilgisi’ diye tarif edilen yaşam pratiği, kendiliğinden kuşaktan kuşağa aktarılarak bütün bu sorulara yanıt olmuş…

Hintlilerin ‘Ayur-veda’, İranlıların ise ‘İlm-ü hayat’ dediği hayat bilgisi, ne yazık ki uzunca bir süredir yalnızca bir ders kitabının adı olarak anılır oldu bu güzel topraklarda.

Oysa dört iklimin yaşandığı ender coğrafyalardan biri olan Anadolu’nun, yeme içme birikiminden kültürel derinliğine, inançtan dile, müzikten masala; yaşamın her alanındaki özgün dokusu hayat bilgisiyle örülen bir hırka gibi sımsıkı kuşatır üzerinde yaşayan insanı.

Bir vadinin, bozkırın, ovanın türküsü de, masalı da yediği içtiği de barındırdıklarıyla bir bütündür. O vadideki bir kuş tükendiğinde bir masal, bir bitki tükendiğinde bir peynir türü; bir ağaç yok olduğunda ise o ağacı yuva belleyen bir canlı türü de tükenir. Ardından zincirin halkalarından biri olan, doğayla bütünleşerek damıtılan yaşamı binlerce yıldır çekip çeviren insanlar da birer birer tükenmeye başlar…

İğne ve iplik, bugünü yarına ulayıp tutturan birer nesne olmalarının yanında, yaşam pratiğinin içinde söylencelerden eyleme her alanda dolaşıma sokulan birer ‘hayat bilgisi’ aracıydı. “Gök keçi ak keçiyi yeder” şeklindeki Yörük bilmecesinde, gök keçi iğne, ak keçi de iplikti.

Yaşamın sürekliliğini ifade eden bilmecedeki ‘yedemek’ sözcüğü, ‘yedeğine almak, sürüklemek’ eylemini anlatıyor.

Kuşların, ağaçların, suların ve doğanın diliyle yaşamı ilmek ilmek dokuyan, ‘yedeyen’ bilge kadınların ve güngörmüş adamların damıttığı ‘yaşama bilgisi’ ne yazık ki onlarla birlikte bizi terk etti…

1864’te yaşanan Amerikan iç savaşının ardından pamuk üretiminin zora girmesiyle, İngilizler eliyle Kavalalı İbrahim Paşa’nın Çukurova’da büyük pamuk tarlaları oluşturmasıyla Yörüklerin iğne ve ipliklerinin büyük kıyımlarla ellerinden alınmasının tarihinin aynı zamana rastlaması tesadüf değildir.

Çukurova’da, Toroslar’da ve Ege ovalarının çevresindeki dağlarda yaşayan ve geleneksel dokumacılıkla uğraşan Yörük-Türkmenlerin yerleşik hayata zorlanmasıyla birlikte tek tip pamuk üretimine mahkûm edilmesi, görünürde ‘tarımsal gelişme’ ve ‘modern üretime geçiş’ olarak sunulsa da aslında kendi kendine yeten bağımsız bir üretim kültürünün tüketimi öne alan ‘medeniyete’ kurban edilmesinden başka bir şey değildir.

***

“Dinleyin, anlatılan sizin öykünüzdür” diyerek çıktığımız yolda, Islak Çarıklar’da bu hafta sizleri işte bu dokumacıların, örgücülerin öykülerine götüreceğiz…

Kadın erkek ayrımı olmaksızın binlerce yıldır yaşamı dokuyan Yörüklerle tanıştıracağız sizleri…

Antalya’nın Kepez ilçesinde yaşayan 89 yaşındaki Halil Haldan dede işte o Yörüklerden biri.

Yakın zaman önce can yoldaşı, hayat arkadaşı eşini öte dünyaya uğurlamış Halil dede.

Yalnız yaşadığı evinde bizi ağırlıyor. Öyle düzenli, öyle temiz bir ev ki burası. “Her işimi kendim görürüm” diyen Halil Dede’nin yaşını boşa çıkaran enerjisi ve yaşam tutkusu umut oluyor bize.

Döşemealtı Kovanlık bölgesinde, Söbüce yaylasında, Serik dağlarında geçirdiği Yörüklük günlerinden başlıyor Halil Dede anlatmaya. Bir yandan örüyor, bir yandan da düş görüyor…

***

Halil dede gibi Antalya’yı yurt edinen Yörükler’den biri de Arife Eker nine. Bir zamanlar ünü dünyayı saran Döşemealtı halılarını dokuyan ellerden, gönüllerden biri o. Bitki ve köklerden boya elde eden, yünü ipliğe, unu ekmeğe, sütü peynire dönüştürmenin zihinlerde yazılı kitabı olan hayat bilgisinin bu bölgedeki taşıyıcılarından olan Arife Nine bugünlerde sağlık sorularıyla boğuşsa da, bu toprakların insanı, havası, suyu onu yaşama bağlıyor…

***

Recepli Avşarlarından olduğunu öğrendiğimiz Yusuf dedeyle buluşuyoruz bu kez. Yörüklerin yürümesi ‘büyüklere’ sakıncalı gelince yıllarca peşinde dolandığı keçilere veda edip Dokuma fabrikasında işçi olarak çalışmış Yusuf dede. Yaşamını sürdürdüğü Yeniköy’de ona “Bobulu” diyorlar.

Bobulu Yusuf dedeyle Receplileri, Yörüklüğü ve Dokuma günlerini konuşuyoruz. Ona Dadaloğlu’nu sorduğumuzda gözlerinin içi gülüyor gururla.

Yusuf dede büyüklerinden dinlediği Çukurova ve Dadaloğlu’yla ilgili anılarını pek çok Yörük gibi giderek unutmuş. Kalanlar ise onunla birlikte sır olup gidecek…

Biz de bir Recepli Avşarı olan Dadaloğlu’nun öyküsünün peşine düşüp, bundan 152 yıl öncesine giderek toprağın hafızasındaki yaşanmışlıkları bir kez daha anımsayalım istedik…

Gelin hep birlikte Dadaloğlu’nun, “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” diye ünlediği günlere gidelim…

***

Oğuzların 24 boyundan biri olan Avşarlar, bugün Isparta, Antalya, Ankara, Balıkesir, Burdur, Muğla, Kayseri, Sivas gibi Anadolu’nun değişik kentlerine dağılmış bir Yörük boyu…

Selçuklular döneminde başlayan göçebe Yörüklerin iskân ettirme çabaları Osmanlı İmparatorluğunun hemen her döneminde de sürüp gitti.

Ancak 18. yüzyılın büyük bir göç dalgasıyla İran üzerinden gelerek Halep, Adana, Niğde, Kayseri, Sivas, Malatya ve Maraş gibi yörelerde konargöçer yaşamı sürdüren Türkmen boylarından biri olan Avşarlar yerleşik düzene geçmemek için direniyorlardı.

Oysa göçebe yaşamını ve buna bağlı üretim biçimini benimseyen Yörükler için başka türlü bir yaşamın zorluğu yüzlerce yıldır söylenegelen; “Ekin ekme eğlenirsin/ Bağ dikme bağlanırsın/ Sür keçiyi, çek deveyi/ Gittikçe beğlenirsin”ifadeleriyle ne de güzel özetlenmiş.

Osmanlı yönetimi ise bu göçebe Yörükleri belirli bir yere yerleştirip toprağa bağlanmaları için sürekli baskı yapıyor, fermanlar birbirini izliyordu.

İşte Recepli Avşarlarına mensup bir Yörük olan Dadaloğlu, 1785’te, böyle bir ortamda dünyaya geldi…

Aladağ’da, Dadaloğlu Âşık Musa derler bir adam yaşardı. Yazlak yazlak,  koyak koyak bütün obaları dolaşır, bey demez, yoksul demez, herkes için çalar söylerdi. Kurdu kurdu dilsiz kılan sazı Musa’nın, günün birinde bir Cerit kızının yüreğine ulaştı. Ipıl ıpıl bir sevda, Musa’dan kıza, kızdan Musa’ya gitti geldi. Sevdi ceren gözlü kızı, yolunca yordamınca istedi. Dokuz ay geçti, Cerit kızı bir oğlan vermek isterdi Musa’ya, on gün daha bekledi, sarı çıplak kafalı topuz gibi bir oğlan doğurdu. Adını Veli koydu babası, Dadaloğlu Veli…

Kırkı oldu, anası bir türlü kalkamadı yataktan. Kara toprak daha yakın geldi genç geline. Anasız kalan sarım oğlunu oba beyine götürdü Musa. Oba beyi aldı öksüz oğlanı, verdi gözü yaşlı karısının kucağına…

Kimin bebesi varsa obada, Musa’nın sarı oğlunu emzirdi…

Kışlaklar, yazlaklar, cenkler, dövüşler derken duyuldu ki Dadaloğlu derler bir yiğit, altında doru bir at, bir omuzunda saz, bir omuzunda tüfek dolaşmakta. Konar göçer bütün boylarda dilden dile yayılmakta adı.

Tüm Çukurova, tüm Anadolu’nun ‘çukur’a bakan yörelerinin tümü tümü, “bizimdir Dadaloğlu” dediler…

***

Kimi kaynaklara göre Dadaloğlu’nun 83 yıl süren uzun yaşamı boyunca Osmanlıların başından altı padişah gelip geçti. I. Abdülhamit, III. Selim, IV. Mustafa, II. Mahmut, I. Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz dönemlerini yaşayan Dadaloğlu, Osmanlılardan gelen baskılara direnerek geçen ömrü boyunca bir halk ozanı olarak çaldı, söyledi…

Yerleşik yaşama geçmemek için direnen Yörüklerin çığlıklarını bugün bile hala dillerde dolaşan o ünlü, “Ferman Padişahın, dağlar bizimdir” dizeleriyle dile getirdiği ünlü şiirini, 1865’te Sultan Abdülaziz’in geniş yetkilerle donatarak göçerliği sonsuza kadar bitirmek için Avşarlar üzerine gönderdiği Derviş Paşa komutasındaki “Fırka-i Islahıye” döneminde yazdı.


Sultan Abdülaziz

Peki “Fırka-i Islahıye” neden kurulmuştu? Osmanlı Sultanı göçebe bir yaşam süren, özgürlüklerine ve onurlarına son derece düşkün olan Yörükleri neden yerleşik düzene geçirmek için ferman üstüne ferman çıkarıyordu?

Bütün bu sorularını yanıtını bulmak için tarihin biraz daha gerilere gidelim…

Osmanlı devleti, Kanuni döneminden sonra girdiği “duraklama” dönemini çeşitli yeniliklerle durdurmaya çalışıyordu. Güçsüzleşen merkezi yönetime karşı yerel güçlerin oluşmasını önlemek için uğraşıp duran Osmanlı yönetimi, göçebe aşiretlerin belirli bölgelere yerleştirilerek hazineye vergi, orduya asker vermek için sayımdan geçirilmelerini istiyordu…

Dadaloğlu’nun yaşadığı 19. yüzyıl, Osmanlı’nın oldukça zayıf durumlara düştüğü bir dönemdi. Batılı devletler, üç kıt’aya yayılmış olan bu büyük ama hantal imparatorluğun topraklarını ele geçirmek için uğraşıyordu.

İçeride düzen bozulmuş, birbirini izleyen ayaklanmalarla bu koca imparatorluğun kalın surları sarsılmaya başlamıştı.

Osmanlı öyle bir hale düşmüştü ki, Mısırı yöneten bir Osmanlı Valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa, 1824’teki Mora ve Girit ayaklanmalarının bastırılmasında görev alan oğlu İbrahim Paşa’ya Suriye valiliğinin verilmesini istemişti. Bu isteği kabul edilmeyince de 1831’de II. Mahmut’a başkaldırarak İbrahim Paşa komutasındaki ordusunu Suriye’ye göndermişti.

Ez-Zarra ile Halep’te Osmanlı birliklerini yenen İbrahim Paşa, 1832’de Konya’da karşılaştığı Osmanlı ordusunu bozguna uğrattı.


İbrahim Paşa

Bu, Osmanlı için çok ağır bir yenilgiydi. Öyle ki II. Mahmut, kendisine bağlı bir Valinin ordusuyla baş edebilmek için Rusya’dan yardım diledi…

Ancak Avrupa devletleri Osmanlı’nın nasıl bölüşüleceği konusunda henüz fikir birliğine varamamışlardı. Bu yüzden duruma el koyarak Mehmet Ali Paşa ile Osmanlı arasında bir anlaşma yapılmasını sağlayarak, Filistin, Suriye ve Adana bölgelerinin Mısır’a verilmesini kararlaştırdılar.

Ancak Kavalalı Mehmet Ali Paşa kendisine bağlanan bu bölgelerde ağır vergiler koyup, zorunlu askerlik uygulaması başlatması halk arasında büyük tepkilere, ayaklanmalara yol açtı.

Suriye’de yaşanan bu iç çekişmelerden yararlanmaya çalışan Osmanlı yönetimi, 1839’de Mısır’a savaş açtı. Ancak Osmanlı ordusu İbrahim Paşa karşısında bir kez daha bozguna uğrayacak, ağır bir yenilgi daha açacaktı…

Ardı ardında aldığı yenilgilerle ve otorite boşluğu ile iyice yaralanan Osmanlı’yı ileride paylaşmak üzere sorunlarıyla birlikte derin dondurucuya koyan Avrupa devletleri, 1840’ta Londra Anlaşması’nın yapılmasını sağladılar.

İngiliz donanmasının bir gövde gösterisi, İbrahim Paşa’nın Adana ve Suriye’den çekilmesine yetti…

***

Osmanlılar Mısır ordusunun çekildiği topraklara geri döndüğünde, buralarda düzen kurmanın eskisinden çok daha güç olacağını anlamıştı…

Kozan Dağları, Adıyaman, Akçadağ ve Dersim gibi yörelerde vergi alınmıyor, asker toplanamıyor, yerelde düzen sağlanamıyordu.

Kozanoğluları ve Küçükalioğulları gibi Avşar aşiretleri bölgede oldukça güçlenmişlerdi. Osmanlı’nın yeniden üzerlerine gelmesiyle 1864’te Kozanoğlulları büyük bir ayaklanma başlattı.

Yıkılma korkusuyla iyiden iyiye kuşkucu bir hale gelen Osmanlı yönetimi, bu Avşar ayaklanmasının nedenlerini anlamak ve çözüm üretmek yerine, halkın isyanının arkasında İngilizlerin olabileceğini düşünerek Avşarların büyük bir devlet kuracağından endişe ediyordu.

Bunun üzerine Osmanlı yönetimi Müşir Derviş Paşa komutasında “Fırka-i Islahiye” adıyla büyük bir ordu donatarak 1865’te bölgeye gönderdi.

Osmanlı’nın binlerce yıldır süren göçü sonsuza kadar bitirmek için Yörükler üzerine gönderdiği ordu, 5 gemi, 15 piyade taburu, iki süvari alayı, çok sayıda dağ topu ve çeşitli silahlardan oluşurken, bu orduya ünlü tarihçi Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı ve göçebe aşiretleri yerleşik düzene geçmeye ikna etmeyi amaçlayan “Heyet-i Islahiye” adlı bir heyet de bulunuyordu.

20 Mayıs 1865’te İstanbul’dan yola çıkan gemilerin taşıdığı Fırka-i Islahiye, 28 Mayıs 1865’te İskenderun’dan karaya çıktı…

1865’in o yazı, Kırıkhan’da, Amik Ovası’nda, Kilis ve Halep’te, Gavur Dağlarında, Kozan’da, Payas’ta kan, barut içinde; kolera ve savaş içinde geçti.

Halkın gönlündeki Dadaloğlu’nu araştırıp yazan Yazar Oya Adalı, olağanüstü anlatımıyla o günleri şöyle aktarıyor bize:

Fırka-i Islahiye’nin üstlerine yürüdüğü haberi ulaşınca Çukurova’ya karıştı ortalık. ‘Çadırlarımızı yıkmayız!’ dediler. ‘Unutmayız töremizi. Bineksiz, tüneksiz, pusatsız avratsız olamayız!’ dediler. Avşar ilinde, pusatını kapan atına sıçradı, karşı durdu Osmanlı buyruğuna.

Büyük kavga kuruldu o yaz. Dadaloğlu bir Aladağ’dan bir Bulgar Dağı’ndan, bir Gâvur Dağı’ndan ses verdi. Omzunda sazı, elinde kılıcı her yana yetti.

Tüfekler hiç susmadan öttü. Sular gibi aktı kanlar. Yiğitlikler, erlikler denli korkaklıklar, hayınlıklar görüldü. Derviş Paşa’nın yer yurt, beylik vereceği duyulunca obasına sırt çevirdi kimi.

Derviş Paşa’nın sayıca üstün askerleri kırdı geçirdi önlerine çıkan yiğitleri. Yaylakları, koyakları dolandılar. Türkmen, Yörük yine de direndi, kılıç çalardı gelenlere, karşı dururdu. Dururdu ya, üç beş yıl önce görüp bildikleri hastalık yine dolandı ortalığı, dayanacak güç komadı kimsede. Hastalık bu, dost düşman dinlemez. Derviş Paşa erleri de yalım yalım yanıp kırıldılar dağlarda, yaylaklarda…

Bu kırıcı savaşın ardından Kozan aşiretinin lideri Yusuf Bey Derviş Paşa’nın buyruğuyla öldürüldü. Kanlar içindeki ölüsünü sokaklarda sürüyüp konağının önüne attılar. Amacı Yusuf Bey’e bel bağlayan Avşarlara gözdağı vermekti Osmanlı’nın.

Cevdet Paşa ve heyeti, Yörük aşiretlerine yerleşik düzene geçişin yararlarını anlatıyordu. Kimi aşiret liderlerine ‘Beylik’, kimine Paşalık, kimine de başka unvanlar sunularak devlet görevlerine atandılar. Sayım yapılıp askerlik çağına gelen nüfus birer birer kaydedildi. Yeni kasabalar, ticaret merkezleri kuruldu. Göçebelerin büyük çoğunluğu dağlardan, yaylalardan koparılarak “düze” indirildi.

Ardından Avşar obaları dağıtıldı birer birer. Anadolu’nun dört bir yanına sürüldü her bir Avşar obası.

Dadaloğlu’da obasıyla birlikte Sivas’a gitti. Yüreğinde Aladağ’ıni Binboğa’nın özlemiyle daha bir kocadı orada. Küskün, suskun, Binboğa’dan yana bakar, oturur oldu.

Dayanamadı sonunda bu ayrılığa, gözelerinde yüzdüğü, cerenlerine türkü düzdüğü, güzel sevdiği, acı çektiği, nice koçyiğidin ölümünü gördüğü, toprağına kadınını koyduğu seksen yılının her gününü bir taşına, bir pınarına dağıttığı yurduna geri döndü. Gezdi dolandı Binboğa’nın ıssız tepelerinde, Kozan’a, Adana’ya gitti. Payas’a vardı sonunda. Geldi, kapısı tahta oymalı koca konağın önünde durdu uzun uzun.

Dedebey’in ölümünde ağıta durduğunu görmüştü bu konağın. Şimdiyse saçaklarında geceleri yarasalar uçuşuyor, baykuşlar ötüşüyordu gül bahçelerinde. Bir yanı yıkılmış ıssız konak gibi derinleşti yüreğindeki acı, sazının tellerini ağlattı, türküsünü şöyle bağladı:

Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler
Vefasız dünyayı şu insan n’eyler
Bir yiğidi bir kötüye kul eyler
Şimden sonra yaşaması güç oldu

Gâvur Dağları son kez işitti Dadaloğlu’nun sazını, sesini. Ondan sonra da kimse görmedi onu…

***

Dadaloğlu’nun eylemi, şiirleri ve bıraktığı sözlü kültür mirası, halk arasındaki canlılığını hiç bir zaman yitirmedi.

Dağdaki çobandan, kentteki aydınlara kadar hemen herkes onun özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi üzerine, konuştu, yazdı, söyledi durdu…

Onu ve obasını koca ordularıyla dağıtan, tarumar eden Derviş Paşa’nın adı tarihin tozlu sayfalarında unutulup giderken, Dadaloğlu’nun sesi söz olup yeryüzünün dört bir yanında uçar durur turna misali, oradan oraya…

Şair-Yazar Muhammet Güzel, ‘Dadaloğlu’ adını verdiği uzun şiirinde, ‘Payas zindanında bir kartal uçmuş, kanatları hasırdan’ benzetmesiyle halkın gönlünde yaşayan ozanı, bize şöyle anlatıyor:

Dedem Korkut inip gelmiş tanrı dağından
Elinde kopuzuyla geçmiş Asi suyundan
Yunus’tur çıkmış yücesine Erciyes’in
Kılıcını biler çeliğiyle güneşin
Dadaloğlu’m bir çift kanat takmış yer hasırından
Bir kuş gibi uçup, Payas zindanının burcundan
Kar yüklenmiş Amanos’dan, Çukurova’ya konsun
Serinletsin iskân vurgunu yiğit Afşarları

***

Islak Çarıklar’da bugün iğneden iplikten yola çıkarak, Avşarların, izini sürüp Dadaloğlu’nun öyküsüyle buluşturduk sizleri. İstedik ki, yurdumuzun ak keçileri daha yüzlerce yıl gök keçileri yedeyebilsin…
“Yedi iklim dört köşeyi dolandım/ Meğer dünya her tarafta bir imiş/ Ben dünyayı Al’Osman’ın sanırdım/ Meğer dünya üç yüz sultanlık yer imiş” diyen Dadaloğlu’nun eylem ve söylemini, dahası kendisine dayatılana karşı mücadelesini, “daha geri bir yaşam için yeniliğe karşı romantik bir direniş” olarak görüp küçümseyen kimi aydınların, Dadaloğlu’nun coğrafyasında ve döneminde yaşamamış olduğunu anımsayıp, ‘tarihi yazanların, tarihi yapanlar olması gerekliliğine inancımızı bir kez daha tazeleyip, devran dönsün, Yörükler yürüsün diyerek yola koyulalım…

Etiketler :
Ekleyen : - Tarih: 22 Temmuz 2016 - 19:21 - Okunma Sayısı : 4.040 views
Google

BENZER İÇERİKLER

İlginizi Çekebilecek Diğer İçeriklerimiz

DİĞER YORUMLAR

Yorumlarınızı Paylaşabilirsiniz

İsminiz

E-Posta Adresiniz

Cevabınız